Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir.

 İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki devrelerinin olgunlaşmasını kavramak ve yükselişini zamanla izlemek şarttır.

Hâkimiyet-i Milliye: 25.09.1924

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Değmesin ma’bedimin göEbedî yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

ATATÜRK'ÜN GENÇLİĞE HİTABESİ

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

ANDIMIZ

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türk’üm diyene!

ATATÜRK'ÜN HAYATI

Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 (Rumî 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Muhtar Sokak No:38’de bulunan ve bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya gelmiştir. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise Sofuzade (Sofizade) Feyzullah Efendi’dir.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hem baba hem de anne tarafından soyu “evladı fatihan” yani Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman bölgesinden) göçürülüp, iskân edilen Türk boylarındandır.

Baba soyu, günümüzde Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Manastır vilayetinin Debrei Bala sancağına bağlı Kocacık köyüne yerleşmiştir. Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir. Ali Rıza Efendi 1841 yılında Selanik’te dünyaya gelmiştir. Selanik’te Abdi Hafız Mektebinde okumuş, Vakıflar İdaresine kâtip olarak girmiş, “gümrük memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son olarak ticaretle meşgul olmuştur.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün anne soyu da, Fatih Sultan Mehmet döneminde Konya-Karaman civarından Rumeli’ye göçürülüp, iskân edilmiş olan Türk boylarındandır. Bu sebeple aileye “Konyarlar” da denilmektedir. Tamamen Türk olan Vodina sancağına bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleşen aile; sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza’ya geçmiştir.

1841 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1870 veya 1871’de evlenmiştir. Altı çocukları olmuştur: Fatma (1871/1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal ATATÜRK) (1881-1938), Makbule (Boysan Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1886-1901?). Kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında vefat etmişlerdir. En küçükleri olan Naciye’nin ise Mustafa Kemal Mekteb-i Harbiyede öğrenci iken vefat ettiği düşünülmektedir. ATATÜRK, Selanik Askerî Rüştiyesinden itibaren hayatı boyunca dostlukları ve arkadaşlıkları devam etmiş olan Fuat Bulca’ya bir gün şöyle demişti: “Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye’ydi. Çocuk yaşının üstünde hisli, duygulu ve öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiyeye giderken kitaplarımı istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı ne ağabeylerim Ahmet ve Ömer’i hatırlıyorum. Son ikisi aynı yıl, 1883’te ben iki yaşında iken ölmüşler. Naciye, annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenli idi.”

Mustafa Kemal, 1886 yılında altı yaşına girdiğinde ilkokul çağına gelmiştir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın ısrarları üzerine önce Koca Kasım Mahallesi’ndeki Mahalle Mektebine törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra; Selanik’in şöhretli öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi’nin yeni metotlarla elifba öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne kadar bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip etmiştir.

Ticari faaliyetleri iyi gitmeyen Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve hastalığa yakalanarak 23 Mayıs 1886 tarihinde Selanik’te vefat etmiştir. Üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım, kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Çalı (Rapla) Çiftliği’ne gitmiştir. Bu durum Mustafa’nın öğrenim hayatına bir süre ara vermesine neden olmuştur. Öğrenmek ve yetişmek imkânlarından mahrumiyetin verdiği huzursuzlukla âdeta bunaldığı görülen bu kabiliyetli ve yaratıcı çocuğu, annesi nihayet okula devam etmek üzere Selanik’teki teyzesinin yanına yollamak zorunluluğu duymuştur. Altı ay kadar süren çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen Mustafa Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır.

Mustafa Kemal, annesinin ısrarı sonucu önce Mahalle Mektebine başlamış, kısa bir süre sonra da Şemsi Efendi’nin yeni metotlarla eğitim öğretim yaptığı özel okula devam etmiştir.

Ali Rıza Efendi’nin vefatı (23 Mayıs 1886) sonrası, Zübeyde Hanım’ın çocukları ile birlikte kardeşinin Lankaza’daki çiftliğine gidişi, Mustafa’nın öğrenim hayatına bir ara vermesine neden olmuştur.

Altı ay kadar süren çiftlik yaşamından sonra Selanik’e gelen Mustafa, Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır. Burada, matematik öğretmeni Hüseyin Efendi’nin, sınıftaki bir olay nedeniyle Mustafa’yı dövmesi üzerine, Mustafa büyük annesi Ayşe Hanım tarafından okuldan alınmıştır.

Çocukluğundan itibaren askerliğe büyük bir ilgi duyan Mustafa, asker olmak istiyordu. Hatıralarında kendisinin anlattıklarına göre, üniformalı olarak Askerî Rüştiyeye giden komşularından Kadri Bey’in oğlu Ahmet ve sokaklarda gördüğü üniformalı subaylar onun askerlikle ilgili heveslerini kamçılamıştır. Nihayet asker olmasını istemeyen annesine haber vermeden Selanik Askerî Rüştiyesinin sınavlarına girerek başarılı olmuştur. Daha önceden dört yıl olarak eğitim yapan askerî rüştiyelerin o yıl birinci sınıflarının lâğvedilerek üç yıla indirilmesi üzerine Mustafa, Nisan 1894’te Selanik Askerî Rüştiyesinin ikinci sınıfından öğrenimine başlamıştır.

Bu dönemde sivil ortaokullar çekiciliği az olan okullardı. Askerî rüştiyeler ise Türkçeye daha çok önem vermekte, yabancı dile iki yıl erken başlamaktaydılar. Fransızca, ders olarak okutulmaktaydı. Bu okullarda spor salonları da bulunmaktaydı. Sivil rüştiyeler ise bu imkânlara sahip değildi. Yine askerî rüştiyelerde öğrenciler, yetenekleri ve durumlarına göre yükselebiliyorlardı. Tüm bunların yanı sıra bu okulları bitirenler, orduya girdiklerinde, geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak köşelerindeki insanların yaşayışlarını görüp öğrenme fırsatını bulabiliyorlardı. Bu sivil okul mezunlarının kolay kolay elde edemedikleri bir başka imkândı.

Selanik Askerî Rüştiyesi, Mithat Paşa Caddesi’nde, yeni ve oldukça güzel bir binaya sahip bulunan, düzenli ve disiplinli bir okuldu. Dersleri ihtisas esasına göre okutan ve çoğunluğunu subaylar teşkil eden bir öğretim ve yönetim kadrosuna sahipti. İlk gençlik çağındaki iki yüz civarında üniformalı subay adayı, tam bir disiplin içinde ortaöğrenimle birlikte ilk askerlik eğitimlerini de burada görmekte idiler. Mustafa, çok kısa sürede öğretmenlerin ve komutanlarının dikkatlerini çeken seçkin bir öğrenci olarak kendisini çevresine tanıttı. Kendi hatıralarında anlattığına göre Mustafa, Rüştiyede matematik dersine merak sarmış; bu derste sınıfın “müzakerecileri” arasına girmişti. Çok sevdiği bu dersin öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey (Harp Okulu 1297/1882 yılı mezunlarından), onun yetenek, yaratıcılık ve olgunluğunu teşhis ederek, ona “Kemal” adını vermiştir. Böylece, yarının ATATÜRK’ü, Mustafa Kemal olarak tarihe mal oluyordu. Mustafa Kemal, 1895 yılı sonu veya 1896 yılı Ocak ayında, on beş yaşında, Askerî Rüştiyenin kırk (veya kırk üç) kişilik olan son sınıfını, derslerden geçme tam notu olan 45 alarak (43 aldığı biri hariç) dördüncü bitirmiştir.

Manastır Askerî İdadîsi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar, İnsanlar

Mustafa Kemal, Askerî Rüştiyeyi bitirirken idadî (lise) eğitimine İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesinde devam etmek istemiştir. Fakat, vatansever bir kurmay subay olan Hasan Bey, onu bu kararından vazgeçirmiştir. Hasan Bey, birçok defa Rüştiyeye mümeyyiz olarak gelen ve sınavlarda Mustafa Kemal’i tanıyıp seven bir komutanı idi. Hasan Bey, o günlerde bir münasebetle genç öğrencisine, lise eğitimine nerede devam edeceğini sormuş ve niyetinin İstanbul’a gitmek olduğunu anlayınca da şu tavsiyede bulunmuştur: “Bundan vazgeçiniz oğlum. Manastır’a gidiniz, orada daha iyi yetişirsiniz.” Mustafa Kemal, Hasan Bey’in bu tavsiyesini dinleyerek Manastır Askerî İdadîsine gitmiştir.

1896 yılı Mart ayının ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, tatil bitiminde Selanik’ten trenle Manastır’a yolcu edilmiştir. İdadîde yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede intibak eden genç Mustafa Kemal için artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan aile yuvası dışındaki hayat başlamıştır. Bundan sonra ev yaşantısı sadece izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız yaşama” karakterine uygun düşmüştür.

Manastır Askerî İdadîsindeki sınıf arkadaşları arasında Üsküp, İşkodra, Yanya ve Manastır Askerî Rüştiyelerinden gelen öğrenciler bulunmaktadır. Bu ortam içinde çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve onlara kendini kabul ettirmek hususunda Mustafa Kemal’in üstün vasıflarının burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir.

Manastır Askerî İdadîsinde Mustafa Kemal, matematikte çok başarılı olmuş, Fransızca da ise istediği seviyeye gelememiştir. Kendi hatıralarında bunu şöyle anlatmıştır: “Askerî Rüştiyeyi ikmal ettiğim zaman, merakım epeyce ileri gitmişti. Manastır Askerî İdadîsinde riyaziye (matematik) pek kolay geldi. Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızcada geri idim. Muallim benimle çok meşgul olmuyor, acı ihtarlarda bulunuyordu.”

Burada Mustafa Kemal’i en çok etkileyen arkadaşlarından biri olan Ömer Naci, ona edebiyat ve şiir merakı aşılamıştır. Sonradan İttihat ve Terakki Partisinin hatibi olacak olan ve genç yaşta Birinci Dünya Harbi sırasında hayatını kaybeden Ömer Naci, Bursa Askerî İdadîsinden kovularak, Manastır İdadîsine yollanmıştı. Mustafa Kemal hatıralarında şunları anlatmıştır: “O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadîsinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın, kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Onun ilgilendiği konunun şiir ve edebiyat olduğuna o zaman muttali oldum. Onunla çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden men etti. ‘Bu tarz iştigal seni askerlikten uzaklaştırır.’ dedi. Ne var ki güzel yazmak hevesi ben de baki kaldı.” Bu ikazı yapan Kitabet Öğretmeni Alay Emini Mehmet Asım Efendi’dir. Aynı olayı Mustafa Kemal, daha sonraları Ali Fuat Paşa’ya şöyle anlatır: “Eğer kitabet hocamız imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı: ‘Bak oğlum Mustafa dedi, şiiri filan bırak. Bu iş senin iyi asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip olabilir fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez.’ Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği hâlde Naci, Erkânıharp (kurmay) zabiti olamadı.”

Bu ikaz ve yönlendirmenin ATATÜRK’ün hayatını ve kaderini doğrudan etkilediğine şüphe yoktur. Fakat, Ömer Naci’nin de Mustafa Kemal’in fikri alt yapısının oluşmasında diğer faktörlerle birlikte önemli bir rol oynadığı da kesindir. Nitekim, genç Mustafa Kemal’in dönemin vatan ve hürriyet şairi Namık Kemal ile Türkçü şairi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu bilinmektedir. İdadîde, Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci sağlamıştır. ATATÜRK, sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili şunları söylemiştir: “…Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez Manastır Askerî İdadîsinde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum…”

Tarih öğretmeni Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’in de etkisiyle, Fransız İhtilali’nin temel ilkelerinden biri olan hürriyet kavramı ile de burada tanışmıştır. Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey, o dönemin tarihçilik anlayışından uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü veren bir öğretmendi. Ali Fuat Cebesoy’un, “Değerli ve milliyetçi bir Türk subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. ATATÜRK, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana ‘Tevfik Bey’e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı.’ demiştir.” şeklinde tanıttığı Kolağası Mehmet Tevfik Bey (1865-1945) ATATÜRK’ün derin tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında önemli katkısı olmuştur.

Manastır İdadîsinin ikinci sınıfına geçen Mustafa Kemal, 1897 yılının ilk günlerinde sıla iznini geçirmek üzere trenle Selanik’e dönmüştür. Mart’ın ilk günlerine kadar devam edecek izinden faydalanarak Fransızcasını kuvvetlendirmeyi düşünmüş ve 1888’de kurulmuş olan Tophane semtindeki “College Des Freres De Salle”in (Frerler Okulu) özel kurlarına kaydını yaptırarak dersleri düzenli olarak takip etmiştir. Birinci sınıfta kendisini ikaz eden Fransızca öğretmeninin acı ihtarlarına yeniden muhatap olmak istememiştir. Kendi hatıralarında, “iki, üç ay gizlice Frerler Mektebinin hususi sınıfına devam ettim. Böylece mektep derslerine nispetle fazla derecede Fransızca öğrendim.” demiştir. Bu özel derslerde Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden biri Frere Rodriquez (1849-1941)’dir. Öğretmeninin anlatımına göre, Mustafa Kemal gayet ciddi, zeki ve çalışkan, elinde daima kitap bulunan bir gençtir. Mustafa Kemal, subay olduktan sonra da zaman zaman kendisinden ders almaya gelmiştir. Mustafa Kemal, gerçekten İdadîden başlayarak gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “Bir kurmay subay, mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır.” demiştir.

Manastır Askerî İdadîsinde Mustafa Kemal’in ilk seneye ait öğrencilik hayatı hakkında resmî bir belgeye sahip değiliz. Fakat 1897 Aralık ayında ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçerken yalnız, kitabet ve Fransızcadan 45 üzerinden birer not eksiği ile 44 aldığını ve 52 mevcutlu sınıfı üçüncü olarak bitirdiğini biliyoruz. Bu seneki durumunu Mustafa Kemal sonradan şöyle anlatmıştır: “İdadide iken muannidane (inatla) bir surette çalışıyordum. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde şiddetli bir gayret vardı.”

Bu çalışmanın ve başarılı bir askerî lise eğitiminin ardından Mustafa Kemal, Aralık 1898’in ilk yarısında son bulan sınavların sonucunda her dersten tam not (45 ve 20) alarak 54 mevcutlu üçüncü sınıfı ikinci olarak bitirip diplomasını almıştır. Aslında not defteri incelendiğinde görülmektedir ki sınıfın iki birincisi vardır. Listede birinci gösterilen Selanikli Ahmet Tevfik Efendi ile ikinci sırada yer alan Mustafa Kemal’in notları aynıdır. Her ikisi de “beher dersin tam numarası” olan 420 toplam not ile mezun olmuşlardır.

 

1898 yılı Aralık ayının ortalarından, 1899 yılının Mart ayı ortalarına kadar Selanik’te tatilini geçiren Mustafa Kemal, İstanbul Pangaltı’daki Harbiye Mektebinde yüksek öğrenimine devam etmek için Selanik’ten vapura binmiş ve İstanbul’a, payitahta hareket etmiştir. Birikimi ile yeni bir hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp Okuluna girişi (duhulü) 1 Mart 1315/13 Mart 1899, apolet numarası 1283’tür. Harbiyeli Mustafa Kemal, buradaki “1315 Duhullülere Mahsus Künye Defteri”ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük memurlarından Müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96” olarak, 1282 Selanikli Ahmet Tevfik Efendi (96) ile 1284 Manastırlı Recep Fahri Efendi (95) arasına kaydedilmiştir.

Mustafa Kemal’in Harbiyedeki arkadaşları öncelikle Manastır İdadisinden gelenler olmuştur. Bunların arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır. Çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadide de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kâzım (Karabekir), Ömer Naci, İsmail Hakkı (Pars), Kâzım (İnanç), Kâzım (Özalp), Ali Fethi (Okyar), onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki devrenin öğrencileri idi.

Mustafa Kemal Harbiyede öğretime başladığı sırada, okul komutanı 24 yıl (1884-1908) bu kutsal yuvaya komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki Paşa; öğretim başkanı, o zamanki ismi ile “ders nazırı”, daha sonra Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa idi.

Mustafa Kemal’in Harp Okulundaki öğretmenleri arasında, onun kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında sonradan İstanbul Üniversitesi’nde profesör olan, Türk Tarih Kurumu kurucu üyesi ve milletvekili olan Fransızca öğretmeni Necip Asım (Yazıksız) Bey (1861-1935), Talim Öğretmeni Rahmi Paşa ve onun maiyetindeki Binbaşı Fazıl Bey, sonra korgeneral ve milletvekili olan Yüzbaşı Naci (İldeniz) Bey ve Teğmen Osman Efendi bulunuyordu.

Ali Fuat Cebesoy öğretmenleri hakkında şunları anlatmıştır: “Hocalarımızdan memnunduk. Talim öğretmenlerimizin başında öğrenimini Almanya’da yapmış olan Rahmi Paşa bulunuyordu. Maiyetinde Birinci Dünya Savaşı’nda ölen, hünkâr yaverlerinden Binbaşı Fazıl Bey, Yüzbaşı Naci (Rahmetli Korgeneral ve Milletvekili Naci Eldeniz) ve Teğmen Erzurumlu Osman Efendi vardı. Osman Efendi talim yaptırırken: “Birinci mangadan sağdan itibaren beş kişi kop da gel!” diye bizleri çağırırdı. Bundan dolayı kendisine Kopdagel adını vermiştik. Daha sonra bu lakabı kendisi de beğenmiş olacak ki soyadı olarak almıştır.

“Mustafa Kemal en ziyade Yüzbaşı Naci Bey’i sayar ve severdi. Hatırımda yanlış kalmadıysa Manastır’dan tanışıyorlardı. Bu saygı ölünceye kadar devam etti. Çok yıllar önce Naci Paşa kolordu kumandanıyken bir münasebetle ATATÜRK’ü ziyaret etmişti. Ben de oradaydım. Kendisine çok itibar etti. ‘Buyurunuz hocam.’ diye yer gösterdi ve sonra bana döndü: ‘Naci Paşa Hazretlerinin’ dedi, ‘İkimizin üzerinde de emeği vardır.’ Ben, okula geldikten on beş gün kadar sonra ders nazırlığına Yanyalı Esat Paşa atandı. O zaman rütbesi albaydı. Taşkentli Mehmet Kaçın’ın sülalesinden olan Esat Paşa vatanperver ve bilgili bir askerdi. Harp Okulunda ve Harp Akademisinde birçok ıslahat yapmıştır. Bu kişi Balkan Savaşı’nda Yanya Savunması’nda benim kumandanımdı. Onun kolordusunun kurmay başkanlığını yaptım, yine onun emri altında 23’üncü Tümen Kumandan Vekili olarak Pasita ve Pizani mevkilerini müdafaa ettim. Yaralandığım zaman çok üzülmüştü.”

“Esat Paşa, Çanakkale Savaşları’nda ATATÜRK’e de kumandanlık etmiştir. ATATÜRK’ün meşhur 19’uncu Tümeni Esat Paşa’nın kumandasındaki 3’üncü Kolordunun kuruluşu içindeydi.”

Mustafa Kemal Harp Okulu 1’inci sınıfında, 635 mevcutlu piyade sınıfında bütün derslerden 484 not almış ve 9’uncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir. 2’nci sınıfta 420 arkadaşı arasında toplam 522 not alarak ve 11’inci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir. 3’üncü sınıfta ise 459 arkadaşı arasında üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulunu 8’inci olarak bitirmiştir.

Okul arkadaşlarının anlattıklarından Harbiyeli Mustafa Kemal’in, bu dönemde hem Fransızcasını geliştirdiği hem de memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. Onun nasıl bir öğrenci olduğunu ve ileriye dönük hangi düşüncelere sahip olduğunu göstermek için harbiye öğrenciliği ile ilgili bazı anıları buraya aynen alıyoruz.

En samimî arkadaşlarından Lütfi Müfit (Özdeş)’e göre Harbiyeli Mustafa Kemal:

“Daha o zaman mektepte iken şuursuz, düşüncesiz kötü bir idareye karşı vicdan ve ruhundan fışkıran inkılapçı düşünceleri bilhassa kayda şayandır. Her okuduğu ders, her mütalaa ettiği ilim ve fenni dikkatle tahlil ederek neticeyi alırdı. Bütün talebe arkadaşlarının ders müşküllerini makul ve mukni cevaplarla izah ederdi. Erkânıharbiyede mesleğe ait ihtisas derslerinde en iyi notu Büyük Şef almıştır.” Lütfi Müfit Bey, Gazi Hazretlerinin istibdat devrinde mektepteki hatıralarını anlatırken onun gazete çıkararak talebe arkadaşlarını tenvir ettiğini kaydetmiş ve şöyle devam etmişti:

“Büyük Şef, şuursuz idareden o derece ıstırap duymuştu ki daha mektepte iken o zamanki idareye karşı arkadaşları ile hasbıhâller, tenkitlere başlamış ve hatta büyük tehlikelere rağmen haftada bir iki defa gizli olarak gazete bile çıkarmışlardır.

Daha o zaman evlâdı bulunduğu asil Türk milletine ileride ne büyük hizmetler yapmaya namzet olduğunu pek güzel anlatıyordu. Onun her hâline olduğu gibi dürüst düşüncelerine meftun olan ve candan inanan arkadaşları o büyük adamın etrafına toplanmışlardı.”

Hayri Paşa (Tırnovacık), Gazeteci Naci Sadullah’a anlatmıştır: “…Gazi Hazretleri sınıfın en zeki talebesiydi. Hâllerinden, yaşlarından umulmayan bir olgunluk vardı. Çok kuvvetli bir ikna kabiliyetine sahipti; herhangi kavgaya tek defa olsun karıştığını hatırlamıyorum.”

“Mekteplerde, intikal kabiliyetinin ve zekâlarının kıtlığını, zorlamalarla telafiye çalışan bedbaht talebeler vardır. Bu zorlamalardan müstağni olan Gazi Hazretlerinin kitaplar üzerinde mütemadiyen kafa patlatan ezberciler gibi de çalıştığını hatırlamıyorum. Bilhassa merak ettikleri derslerle fazla meşgul olurlardı. Riyaziye (matematik) ve edebiyata karşı fazla düşkünlüğü vardı. En çok okudukları Tevfik Fikret’in bilhassa ‘Sis’ manzumesini beğenirlerdi. Namık Kemal’i, Abdülhak Hamit’i okumaktan da zevk duyarlardı.

En fazla meşgul oldukları şeylerden biri de zamanın felsefesi ve fikrî cereyanları idi. Toplumun henüz halledilmemiş davalarıyla dimağlarını meşgul ederlerdi.”

“Sınıftaki durumu, davranışları nasıldı?”

“Gazi Hazretleri, sınıfımızın en yakışıklı, en şık, en temiz giyinen talebesiydi. Kendisi, muasır hayatın İstanbul’dan evvel yer bulduğu Selanik’te bulundukları için cemiyetin ince muaşeret kaidelerine hepimizden fazla vakıftı.”

“Sınıfta en fazla kimlerle konuşurlardı paşam?”

“Manastır İdadisinden kendileriyle beraber gelen Tevfik Bey’le, ki bu kıymetli arkadaşı mektepten mezun olduğu zaman kaybettik.

Sonra şimdi Kırşehir mebusu bulunan Müfit Bey de samimî dostlarındandı…”

Harp Okulunda Mustafa Kemal’den bir devre önce olan (1900-Piyade-2) fakat, okulu bitirdiğinde bir sene tebdili hava raporu alarak memleketine giden ve Harp Akademisine bir yıl sonra başlayan Asım Gündüz, orada Mustafa Kemal ile birlikte aynı sınıfları okumuştur. Anılarında Harbiyeli Mustafa Kemal’i şöyle anlatmaktadır:

“Gerek Harbiyede, gerek Harp Akademisinde bir şey dikkatimi çekmişti. Doğu illerinden ve Anadolu’dan gelen arkadaşlar, İstanbullular gibi, yalnız dersleriyle meşguldüler. Sadece Manastır İdadisinden gelen arkadaşlarımız daha çok uyanık, daha çok Batı’ya dönüktüler. Onlar derslerinin dışında memleketin meselelerini de tartışıyorlar, bu konularda fikirler ileri sürüyorlardı. Mustafa Kemal de bunlardandı.”

“Beni, Mustafa Kemal’le ilk tanıştıran eski arkadaşım Fethi Bey (Okyar) olmuştu. Mustafa Kemal, çok güzel giyinir, çok güzel konuşur, kimseyi kırmaz, terbiyeli bir çocuktu. Doğup büyüdüğü Selanik’in Batı’yla daha çok bağlantılı bulunması sebebiyle olacak, dikkati çeken fikirleri vardı. Etrafına topladığı arkadaşlarla cesaretle konuşuyor, onları güzel konuşmasıyla kısa zamanda tesiri altına alıyordu. Bizlerin okumadığımız birçok vatan şiirlerini sık sık tekrarlıyordu. Namık Kemal’in bütün şiirlerini bir defterde toplamıştı. Bu şiirleri kısa zamanda bütün arkadaşlar defterlerimize yazmış ve ezberlemiştik. Mustafa Kemal “Milletleri uyandıracak olan fikir adamları, devlet adamlarıdır.” diyordu. Yabancı lisana karşı büyük bir hevesi vardı. Bu maksatla, Beyoğlu’nda bir Fransız madamına pansiyoner olmuştu. Bu Fransız kadın, Fransız Sefareti kuryeleriyle, İttihatçıların Paris’te yayınladıkları gazeteleri getirtiyor ve Mustafa Kemal’e veriyordu. Fransız kadın aynı zamanda Mustafa Kemal’e Fransızca dersi veriyordu. Bizler, vatan, millet ve Türklük fikirlerini ilk defa, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk. Bizim sınıfta en iyi Fransızca bilen Ali Fuat (Cebesoy)’tı. Çünkü, Ali Fuat Fransız okulundan Harbiyeye gelmişti. Onu takiben de Mustafa Kemal iyi Fransızca bilirdi. Mustafa Kemal, Harbiyede iken her tatilde Selanik’te bir Fransız okulunun tatil kurslarına devam ederek lisanını ilerlettiğini söylerdi.”

Bütün bu anlatılanlardan anlaşılmaktadır ki, Harp Okulu eğitimi ve öğrenimi dönemi, Mustafa Kemal’in hem vatan, millet, Türklük fikirlerinin olgunlaşmasında hem de Batı’ya dönük çağdaşlaşma düşüncelerinin gelişmesinde önemli bir dönem olmuştur. Ayrıca bu fikirlerini arkadaşlarına da anlatması, okula bu fikirleri yaymak için bir gazete çıkarma girişiminde bulunması, onun daha o dönemde liderlik özelliklerinin gelişmeye başladığını da göstermektedir. O, yine bu dönemde özellikle ilk sınıfta İstanbul’un sosyal hayatı içinde kendisini bulmuş görünmektedir.

Harp Akademisi Öğrenimi ve Burada Kişiliğini Etkileyen Olaylar, İnsanlar

1845 yılında padişah Birinci Abdülmecit’in fermanı ile Harp Okulu Komutanı Emin Paşa, Fuat Paşa ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’den oluşan Askerî Öğretim Kurulu, askerî okulların düzenlenmesine ilişkin olarak “Askerî liseler kurulacak, Harp Okulu dört sınıf olacak, Avrupa ordularında olduğu gibi kurmay subaylar yetiştirmek için sınıflar oluşturulacaktır.” kararlarını almıştır. Alınan karar gereğince Avrupa orduları sisteminde kurmay subay yetiştirmek amacıyla, “Mekteb-i Fünûn-u Harbiye-i Şâhâne Erkân-ı Harbiye Sınıfları” adıyla Harp Okulunun 3’üncü ve 4’üncü sınıfları oluşturulmuş ve 1848 yılında Harbiye’deki binada eğitim ve öğretime başlanmıştır.

Kurmaylık, önceleri ayrı bir askerî sınıf olarak kabul edilirken, 1867 yılından itibaren piyade, süvari, topçu gibi sınıflar için kurmay subay yetiştirmek üzere programlar yeniden düzenlenmiştir.

1899’da Esat Paşa’nın Harp Okulu öğretim başkanlığına atanmasından sonra, yani Mustafa Kemal’in Harp Okulunda öğrenime başladığı sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. O zamana kadar Harp Okulundan “Erkânıharp Sınıfları”na geçen öğrencilere “Erkânıharp” (kurmay) deniliyordu. Esat Paşa bunu değiştirmiş, “Erkânıharp namzeti” (kurmay adayı) şekline çevirmiştir. Bundan sonra Harp Akademisi öğrencileri kısaca “namzet” (aday) olarak anılmaya başlanmıştır. O zamana kadar Harp Akademisinin 15 kişiyi geçmeyen öğrenci sayısı yine Esat Paşa’nın çabalarıyla kırka kadar yükseltilmiştir. Fakat bu öğrencilerden ordunun ihtiyaç fazlası kısmına kurmaylık hakkı verilmemiş, bunlar “mümtaz” adı altında ve yüzbaşı rütbesiyle kıtalara çıkarılmışlardır.

Bu uygulamanın 1902 yılından itibaren başladığı görülmektedir. Bu yıldan itibaren Erkânıharbiye sınıflarından “çok iyi” derecede başarı sağlayanlara “kurmay”, ve “iyi” derecede bitirenlere “mümtaz” unvanı verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir. Mümtazlar arasında kurmay ihtiyacını karşılamak üzere sonradan kurmaylıkları onananlar da olmuştur. Bu dönemde, Erkânıharp sınıfı öğrencileri, kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuşlar ve iki yıl sonra da kıdemli yüzbaşılığa yükselmişlerdir.

Mustafa Kemal, 1902’de şimdi Askerî Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı olarak faaliyet gösteren Harbiye’deki Erkân-ı Harbiye Mektebine 1902’de başlamıştır. Mustafa Kemal Harp Akademisindeki ilk yılını 1922’de yayınlanan anılarında şöyle anlatmıştır: “Erkânıharp sınıflarına geçtik. Mutad olan derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık…”

Kara Harp Okulu Arşivindeki, elle yazılmış (matbu olmayan) 16 No.lu numara defterine göre ATATÜRK’ün Harp Akademisinde okuduğu dersleri, notları ve buradaki ders başarısı şu şekildedir:

Mustafa Kemal, Akademi birinci sınıfta, toplam 580 olan ders notlarından 479 not almış ve başarı sırası 8 olmuştur. İkinci sınıfında ise, toplam 480 puan alarak 6’ncı sırada yer almıştır.

Mustafa Kemal kurmay yüzbaşı olarak yeminini 08 Teşrinievvel 1320 (Hicrî 11 Şaban 1322, Miladi 21 Ekim 1904) Cuma günü etmiştir. Mustafa Kemal 29 Kanunuevvel 1320 yani 11 Ocak 1905 Çarşamba günü “Erkânıharbiye yüzbaşılığı ile mektepten neşet ederek sunuf-u selasede bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Orduya memur buyrulmuştur.”

57’nci dönem Akademi mezunu toplam 37 kişidir. Bunların 13’ü kurmay, diğerleri de mümtaz olmuşlardır. Mevcut bilgi ve belgelere göre, Mustafa Kemal kurmay olarak Akademiyi bitiren 13 kişi arasında, 5’inci olmuştur. Dönemin birincisi Ali İhsan Sabis, ikincisi Asım Gündüz, üçüncüsü Ahmet Sedat Doğruer, dördüncüsü Ahmet Tevfik, altıncısı Mehmet Hayri Turhan, yedincisi Mustafa İzzet Yavuzer, sekizincisi Ali Seydi Uğur, dokuzuncusu Ali Fuat Cebesoy’dur. Diğer üç kurmay da sırasıyla şunlardır: Süleyman Şevket Demirhan, Kemal Ohri, M. Şevki (kurmaylığı geri alınmıştır).

Akademide Mustafa Kemal’i derinden etkileyen öğretmenleri vardı. Bu öğretmenleri: Topçu Feriki (Tümgeneral) Ahmet Muhtar (Eski Osmanlı Seferleri Tarihi), Kurmay Binbaşı Refik Bey (Napolyon Vesair Savaşlar), Kurmay Yarbay Nuri Bey (Tabiye), Pertev Paşa (Demirhan), (kurmay görevleriyle 1866 ve 1871 Prusya-Avusturya, Prusya-Fransa savaşları), Kurmay Albay Hasan Rıza Bey (Pertev Demirhan’dan sonra), Kurmay Albay Zeki Bey, Kurmay Yarbay Fevzi Bey idi.

Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden Nuri Bey ile ilişkileri konusunda şunları anlatmaktadır: “Mustafa Kemal ve ben yeni öğretmenlerimiz içinde en çok Trabzonlu Nuri Bey’i sayıyor ve takdir ediyorduk. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay yarbaydı. Tabiye okutuyordu. Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının çeşitli sorularını da yanıtlamaktan zevk duyuyordu.

‘Bir erkânıharp zabiti, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.’ diyordu.” Nuri Bey, Birinci Dünya Savaşı seferberliğinde kolordu kumandanı olmuş, fakat savaşa girmeden önce bir kaza sonucunda ölmüştür.

“Şimdi, Mustafa Kemal’in hayatında etkisi olan bir olaydan söz etmek istiyorum.

Yarbay Nuri Bey, bir gün Tabiye dersinde gerilladan genişçe bir şekilde söz etti. ‘Gerilla nedir, ne değildir?’ konusu üzerinde uzun uzun durdu. Açıklamada bulundu ve bir ara: ‘Arkadaşlar,’ dedi ‘Gerilla olmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o oranda güçtür.’

Arkadaşlar, kendisinden birkaç örnek vermesini rica ettiler. Mustafa Kemal ise konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, olayın ülkenin herhangi bir yerinde olmuş gibi açıklanmasının mümkün olup olamayacağını sordu. Onu arkadaşım Tevfik Selanik de destekledi. Bunun üzerine Nuri Bey ‘Öyle ise, Boğaz’a ait haritalarınızı açın.’ emrini verdi.

Dersten sonra Mustafa Kemal, Nuri Bey’in arkasından gitti:

‘Efendim bu söylediğiniz gerilla gerçek olabilir, değil mi?’ Nuri Bey kendine özgü olan ve her zaman kullandığı ‘nev’ima’ sözcüğünü de ekleyerek:

‘Olabilir,’ dedi. ‘Fakat artık bu kadarı yeterli.’

Bu olaydan Mustafa Kemal çok söz etmiştir. Sayın Profesör Afet İnan, kendisinden dinleyerek edebî bir üslûpla kaleme almıştır. Benim bu yazdıklarım, yalnızca belleğimde kalan keskin çizgilerdir.

Mustafa Kemal, bu Tabiye dersinin ilk uygulama alanını Trablusgarp Savaşları’nda buldu. Bana Tobruk’tan yolladığı bir mektupta, Kurmay Yarbay Nuri Bey’in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu.”

Gerek kendisinin, gerekse arkadaşlarının anılarından öğrendiğimize göre Mustafa Kemal Akademide kültürel çalışmalara da çok önem vermiştir. Gazete çıkarma işini Harbiyeden daha düzenli bir şekilde yürütmüş, kürsüden konferans niteliğinde konuşmalar yapmış ve bunların metinlerini arkadaşlarına dağıtmıştır.

Mustafa Kemal, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Kuzguncuk’ta Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk’taki köşkünde misafir edilmiştir. O gece orada kalmış, ertesi 27 Haziran Cuma günü köşke gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılmıştır. Osman Nizami Fransızca ve Almancayı -edebiyatı dâhil- ana dili gibi bilmekte, İngilizceyi de yanlışsız konuşabilmektedir. O gün tanışıp görüşmüşlerdir. Osman Nizami Paşa, II. Abdülhamit’in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına işaret ettikten sonra şöyle demiştir:

“İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum.”

Mustafa Kemal, Nizami Paşa’nın Abdülhamit’in adamlarından biri olabileceğinden kuşkulanmıştır. Bu olasılığa karşı yine de düşüncelerini cesaretle söylemiştir:

“Paşa Hazretleri! Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım getir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır.”

Osman Nizami Paşa susmuş, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemiş; aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal’e şunları söylemiştir:

“Mustafa Kemal efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız Erkânıharp zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.”

Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik çağlarından beri geleceğin ATATÜRK’ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir.

Askerî Görevleri

Modern dünya tarihinin kaydettiği karizmatik liderlerin başında kuşkusuz Mustafa Kemal ATATÜRK gelmektedir.

Mustafa Kemal ATATÜRK, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran büyük önder, ebedî başkomutan, saygın devlet adamı olarak dünya tarihinde yerini almıştır.

Bir liderin kişiliğinin oluşmasında, yetişmesinde şüphesiz, içinde yaşadığı çevre etkin rol oynamıştır.

Üstün bir önder olarak ATATÜRK’ün yetişmesinde de aldığı eğitimin önemli bir etkisi ve katkısı vardır. Bu süreçte aile çevresi, ilk öğrenimi, Mülki ve Askerî Rüştiye, Manastır Askerî İdadisi, Harp Okulu ve Harp Akademisindeki eğitim ve öğrenimleri bilgi birikiminin oluşmasında ve kişiliğinin şekillenmesinde büyük etkiler yapmıştır. Mustafa Kemal’in düşünce yapısının oluşması ve ileriye dönük fikirlerinin şekillenmesi, ilerde gerçekleştireceği önemli işlerle ilgili bilinçli bir fikrî alt yapının oluşması da bu yıllardan başlayarak gerçekleşmiştir.

Bu bakımdan, aile çevresi ve çocukluğu da dikkate alındığında 1881’den Harp Akademisini bitirdiği 1905’e kadar olan dönem büyük önem taşımaktadır. Yaklaşık yirmi beş yıllık bu zaman diliminde dış çevre olarak çocukluğunun geçtiği değişik mekânlar, okullar, Manastır ve Selanik şehirleri söz konusudur. İç çevre açısından ise genç Mustafa Kemal’i etkileyen arkadaşları, dersler, öğretmen ve yöneticiler, olaylar, düşünürler, şairler, yazarlar, okuduğu kitaplar birikim ve kişiliğinin kaynaklarıdır. Bütün bunların yanında genç Mustafa Kemal’in bilinçli öğrenme isteği ve çabaları ile üstün kavrayış, algı ve sezgi gücü, kitap okuma alışkanlığı ve kitap sevgisi liderlik oluşumunu etkileyen temel kişilik özellikleridir.

Mustafa Kemal’in bu yirmi beş yıllık süreçteki askerî eğitim ve öğrenim hayatı; onun başarılı bir asker, devlet adamı, inkılapçı ve düşünce adamı, kısaca dünya çapında “vizyon” sahibi karizmatik bir lider olmasına doğrudan etki yaptığı görülmüştür. ATATÜRK’ün söyledikleri ve gerçekleştirdiklerinin daha iyi anlaşılıp anlatılmasında bu sürecin çok iyi bilinmesinin önemli olduğu ortadadır.

Birinci Dünya Savaşı’na Kadar Olan Hizmetleri

Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, ilk olarak stajını yapmak üzere merkezi Şam’da bulunan, 5’inci Orduya atanmıştır. Bu dönemde, ülkenin genelinde olduğu gibi Suriye’de de karışıklıklar vardı. Bazı Arap aşiretlerinin devlet otoritesini tanımaması, dirlik ve düzeni bozmuştu. Mustafa Kemal, küçük rütbeli bir subay olduğu hâlde kendisini herkese saydırmış, almış olduğu görevleri üstün başarıyla yerine getirmiş, komutanlarının sevgisini kazanmıştır.

Mustafa Kemal burada, ülke sorunlarını yakından görmüş ve çözüm arayışlarına yönelmiştir. Bu amaçla “Vatan ve Hürriyet” adlı bir dernek kurarak hürriyet mücadelesine girmiştir. Bu amaçla birtakım gezilere çıkarak derneğin şubelerini açmıştır. Fakat bulunduğu ortam, yapmak istedikleri açısından elverişli olmadığı için bu faaliyetlerde istediği neticeyi elde edememiştir.

Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907’de Şam’dan, merkezi Manastır’da bulunan 3’üncü Ordu Karargâhına atanmıştır. 3’üncü Ordu Karargâhındaki görevinin yanı sıra, Şark Demiryolu Müfettişliği görevini de yürütmüştür. 13 Ocak 1909’da Mustafa Kemal, 3’üncü Ordu Selanik 2’nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına getirilmiştir. 31 Mart Vakası olarak tarihe geçen isyanın çıkışı üzerine 15/16 Nisan 1909’da Hareket Ordusu ile beraber bu ordunun kurmay başkanı olarak Selanik’ten İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’daki görevini tamamladıktan sonra Mayıs 1909’da tekrar Selanik’e dönmüştür. Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Makedonya’da Vardar Irmağı havzasında, Mareşal von der Goltz’un izlediği askerî tatbikata katılmış, bu tatbikatta kendi hazırlamış olduğu plan uygulanmış ve bu plan Mareşal’in takdirini kazanmıştır.

Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1909’da Cumalı Karargâhındaki askerî manevralarda yer almıştır. 5 Kasım 1909’da, Selanik 2’nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığından tekrar 3’üncü Ordu Karargâhına ataması yapılmıştır. Mayıs 1910’da, Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın yanında görev almıştır. 6 Eylül 1910’da Mustafa Kemal’in, 3’üncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanlığına ataması yapılmıştır. Mustafa Kemal bu görevde iken orduyu temsilen aralarında Fethi Bey’in de bulunduğu bir kurul ile birlikte Fransa’daki Picardie manevralarına katılmıştır.

İyi bir subay ve komutan olmak için sürekli çalışan Mustafa Kemal, kendisini sadece mesleğine adamıştır. Üzerine aldığı görevleri büyük bir başarı ile yerine getirmiş ve bu dönemde askerlikle ilgili kitaplar da yayımlamıştır. Kasım 1910’da 3’üncü Ordu Talimgâhı Komutanlığından tekrar 3’üncü Ordu Karargâhına ataması yapılan Mustafa Kemal, daha sonra Selanik’te bulunan 38’inci Piyade Alayında görev yapmıştır. Eylül 1911’de 38’inci Piyade Alayı Kumandanlığındaki görevinden sonra İstanbul’daki Genelkurmay 1’inci Şubeye ataması yapılmıştır.

1911’de İtalya’nın güçlü bir donanma ile Trablusgarp kıyılarına yaptığı askerî çıkarma üzerine Trablusgarp Savaşı başlamıştır. Mısır’ın İngilizlerin kontrolünde olmasından dolayı Trablusgarp ile doğrudan kara bağlantısı bulunmayan Osmanlı Devleti’nin buraya asker göndermesi konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır. Fakat, başta Mustafa Kemal olmak üzere, az sayıdaki idealist subay büyük fedakârlıklara katlanarak gizlice Trablusgarp’a gitmiş; oradaki yerli halkı teşkilatlandırarak İtalyanlara karşı mücadeleye başlamıştır. Mustafa Kemal burada, 27 Kasım 1911’de binbaşı rütbesine yükselmiştir. 19 Aralık 1911’de, Tobruk Bölgesi Komutanlığı görevini yürüten Ethem Paşa’nın yerine bu göreve getirilmiştir. Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, Tobruk bölgesindeki İtalyanlara baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek ağır zayiat verdirmiştir. 30 Aralık 1911’de Mustafa Kemal, Derne’ye gelmiş ve Derne Doğu Kolu Komutanlığını üzerine almıştır. Tobruk’ta olduğu gibi, burada da Mustafa Kemal komutasındaki yerel kuvvetler, baskın şeklinde taarruzlar düzenleyerek önemli başarılar elde etmiştir. Mart 1912’de Binbaşı Mustafa Kemal’in Derne Komutanlığına ataması yapılmıştır.

Trablusgarp’a ulaşım imkanlarının yetersiz oluşundan dolayı; gerekli yardımlar kolay kolay ve zamanında yetişemiyordu. Fakat bu savaşta Mustafa Kemal, kısıtlı imkanlara sahip birliklerle burada çok başarılı muharebeler gerçekleştirmiştir. İtalyanları üst üste yenilgiye uğratarak içlere doğru ilerlemelerini engellemiştir. Mustafa Kemal’in Derne ve Tobruk’taki askerî başarıları onun hem askerlik hem de teşkilatçılık yönünden önemli tecrübeler kazanmasını sağlamıştır. 24 Ekim 1912’de Mustafa Kemal’in, Derne’den ayrılması üzerine burada kurmuş olduğu cephe çökmüş, birlikler dağılmıştır.

Balkan Savaşı nedeniyle İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, Çanakkale Boğazı’nı savunmakla görevli birliklerden biri olan Kuva-i Mürettebe Komutanlığına atanmıştır. Burada askerî açıdan herhangi bir çarpışma meydana gelmemiştir. Mustafa Kemal, bu görevi esnasında, Çanakkale Boğazı’nı askerî açıdan ayrıntılı olarak inceleme fırsatı bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Muharebeleri’nde göstermiş olduğu büyük başarıların bir sebebi de bu bölgede kazanmış olduğu bilgi ve tecrübedir.

Birinci ve İkinci Balkan Savaşları’nın sona ermesiyle 27 Ekim 1913’de Mustafa Kemal, Bulgaristan’ın başkenti Sofya’ya askerî ataşe olarak atanmıştır. Mustafa Kemal görevinden arta kalan zamanlarda bu ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatını incelemiştir. Bulgaristan’ın Balkan Savaşı’nda yüzlerce yıl egemenliği altında kalmış olduğu, Osmanlı Devleti’nin başkentini ele geçirmeye teşebbüs edecek kadar güçlenme nedenleri üzerinde durmuştur. Bu incelemeleri sırasında akıllı ve gerçekçi bir kalkınmanın somut sonuçlarını görmüş ve değerlendirmelerde bulunmuştur.

Avrupalı arkadaşlar edinen Mustafa Kemal’in Batı’daki kalkınmanın sebeplerini araştırma imkânı olmuştur. Mustafa Kemal, Sofya’da görevli bulunduğu sürede Fransızcasını da ilerletmiştir. Mustafa Kemal, Sofya’da askeri ataşe olarak görevde iken 1 Mart 1914’te yarbay rütbesine yükselmiştir.

 

Birinci Dünya Savaşı’ndaki Hizmetleri

Avusturya-Macaristan veliahtının 28 Haziran 1914’te öldürülüşünü takiben Avusturya-Macaristan Devleti, Sırbistan’a harp ilan etmiştir. Bu durum, Avrupa’da, Birinci Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen bir olay olarak kabul edilmektedir. Almanya’nın Rusya’ya harp ilanı ile Avrupa’da savaş bütün şiddetiyle başlamış; Osmanlı Devleti de İttifak devletleri yanında savaşa katılmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi üzerine Yarbay Mustafa Kemal, Sofya’dan vatan müdafaasında aktif görev almak için, Harbiye Nazırlığına başvurarak cephede görev almak istemiştir.

“Arkadaşlarım muharebe cephelerinde ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da askerî ataşelik yapamam” diyen Mustafa Kemal’in 20 Ocak 1915’te, 3’üncü Kolorduya bağlı olarak Tekirdağ’da teşkil edilecek 19’uncu Tümen Komutanlığına ataması yapılmıştır. 2 Şubat 1915’te Tekirdağ’a gelerek burada tümenin kuruluş çalışmalarına başlamıştır. 19’uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in Çanakkale Muharebeleri’nde göstermiş olduğu üstün komutanlık vasıfları sadece muharebenin değil, savaşın genel akışında ve sonuçlarında büyük değişikliklere neden olmuştur. Conkbayırı’nda karşılaştığı bir olay onun askerî liderliğini ve cesaretini görmek açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir:

Conkbayırı’na ulaştığı zaman, 19’uncu Tümene bağlı 27’nci Alayın küçük bir birliğinin “Cephanemiz tükendi.” diyerek çekilmekte olduğunu, onların gerisinde de kalabalık düşman askerlerinin ilerlediğini ve Conkbayırı’na ulaşmak üzere olduğunu görmüştür.

Askerlere seslenen Yarbay Mustafa Kemal olayı şu şekilde dile getirmiştir:

-Niçin kaçıyorsunuz?

-Efendim düşman,

-Nerede?

-İşte diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

-Düşmandan kaçılmaz, dedim.

-Cephanemiz kalmadı, dediler.

-Cephaneniz yoksa süngünüz var, süngü tak, yere yat, komutu verdim. Bu durumu gören düşman kuvvetleri de yere yatarak beklemeye başladılar. Yapılan süngü savaşı sonunda Conkbayırı kurtulmuştur.

Yine aynı bölgede ölüm kalım savaşı veren Yarbay Mustafa Kemal, Arıburnu’nda askerî birliklere şu şekilde seslenmiştir:

-Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka kumandanlar gelebilir.

Mustafa Kemal’in askerlerine duyduğu sevgi ve güven, bir subay olarak sahip olduğu mesleki bilgi, tecrübe ve askerî liderlik özellikleri sayesinde; düşmanın ne zaman, ne yapacağı konusundaki öngörüleri Çanakkale Savaşları’nın sonucunu belirlemede çok büyük önem taşımıştır. 1 Haziran 1915’te albay rütbesine terfi eden Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1915’te General Liman von Sanders’in emri ile Anafartalar Grubu Komutanlığına getirilmiştir. Anafartalar Grubu Komutanlığındaki üstün başarı ve hizmetlerinden dolayı, 17 Ocak 1916’da Muharebe Altın Liyakat Madalyası ile ödüllendirilmiştir.

Anafartalar Zaferi’nden sonra Mustafa Kemal, kamuoyunca tanınmış, halkın sevgisini kazanmış ve “Anafartalar Kahramanı” olarak anılmaya başlamıştır. Çanakkale Savaşları’ndan sonra Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de bulunan 16’ncı Kolordu Komutanlığına atanmıştır. Edirne’deki bu kolordu, Kafkas Cephesi’nin önem kazanması üzerine bir süre sonra aynı adla Diyarbakır’a nakledilmiştir. Mustafa Kemal, 15 veya 16 Mart 1916’da Diyarbakır’daki görevine gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır. 26 veya 27 Mart’ta kolordunun komutasını üzerine almıştır. Albay olarak görevi üzerine alan Mustafa Kemal, 1 Nisan 1916’da mirlivalığa (tümgeneralliğe) terfi etmiştir.

Aynı yıl, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki kuvvetler Doğu Cephesi’nde, Rus saldırılarını durdurmuş, 2-3 Ağustos 1916’da Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçerek 7 Ağustos’ta Muş’u ve 8 Ağustos’ta Bitlis’i düşman işgalinden kurtarmıştır. 12 Aralık 1916’da, Ahmet İzzet Paşa’nın izinli olarak kısa bir süre İstanbul’a gitmesi üzerine, karargâhı Diyarbakır’da bulunan 2’nci Ordu Komutanlığına vekâleten Mustafa Kemal Paşa’nın ataması yapılmıştır. 3 Ocak 1917’de Ahmet İzzet Paşa’nın geri dönüşü üzerine, Mustafa Kemal Paşa 2’nci Ordu Komutanlığı vekilliğinden ayrılarak kendi görevine dönmüştür. 14 veya 17 Şubat 1917’de Hicaz Kuvve-i Seferiye Komutanlığına ataması yapılmış, Şam ve Sina bölgesinde görevi gereği incelemelerde bulunmuştur. Vekaleten 2’nci Orduya tekrar ataması yapılan Mustafa Kemal Paşa’nın 5 Mart 1917’de asaleten ataması gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal Paşa, 5 Temmuz 1917’de, Güney Cephesi’nde bulunan General Falkenhein’in komutasındaki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı 7’nci Ordu Komutanlığına atanmıştır. Yıldırım Orduları Grubu Komutanı General Falkenhein’le anlaşmazlığa düşmesi sonucunda 1917 Ekim başında 7’nci Ordu Komutanlığından istifa etmiş, 9 Ekim 1917’de tekrar Diyarbakır’da bulunan 2’nci Ordu Komutanlığına ataması yapılmıştır. Fakat Mustafa Kemal Paşa, bu atamayı kabul etmemiş; bunun üzerine Harbiye Nezareti kendisini 2’nci Ordu Komutanı sıfatıyla izinli saymıştır. Halep’ten İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa 7 Kasım 1917’de Genel Karargâhta görevlendirilmiştir. Ayrıca bu görevi esnasında, Veliaht Vahdettin’in mahiyetinde 15 Aralık 1917 – 4 Ocak 1918 tarihleri arasında Almanya seyahatine katılmıştır.

7 Ağustos 1918’de General Falkenhein’in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders’in emrindeki 7’nci Orduya, Mustafa Kemal Paşa’nın, tekrar komutan olarak ataması yapılmıştır. 19 Eylül 1918’de İngiliz birlikleri, büyük kuvvetlerle, Filistin Cephesi’nde genel taarruza başlamıştır. Bu taarruz neticesinde 8’inci Ordunun cephesinin yarılması üzerine 4 ve 7’nci Ordu birlikleri geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7’nci Ordu birlikleri askerî düzenini ve savaş kudretini bozmadan Halep’e çekilmiştir. 26 Ekim 1918’de, 7’nci Ordu üzerine tekrar taarruza geçen İngiliz kuvvetleri Halep’in kuzeyinde durdurulmuş ve düşmanın bu hattı geçmesi engellenmiştir. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine, 31 Ekim’de 7’nci 0rdu Komutanlığı da üzerinde kalmak üzere Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına ataması yapılmış ve Katma’dan Adana’ya gelerek General Liman von Sanders’den komutanlık görevini devralmıştır. 7 Kasım’da Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, yenilgi yüzü görmeyen bir komutan olarak 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’a geldiğinde boğazdaki işgal donanmasını gören Mustafa Kemal Paşa, gözü yaşlı bir şekilde düşman gemilerini seyreden yaverine “Geldikleri gibi giderler.” diyerek bağımsızlık aşkını dile getirmiştir

Kurtuluş Savaşı Dönemindeki Hizmetleri

Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, İtilaf devletleri anlaşma hükümlerine aykırı olarak Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal etmeye başlamışlardır. Bu işgallere İstanbul Hükümetinin gerekli karşılığı vermemesi üzerine, Anadolu’da işgale karşı tepkiler yükselmeye başlamıştır. Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde yer yer direniş hareketleri oluşmuştur. Zamanla bu gibi direniş teşkilatları, Anadolu’nun her tarafına yayılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, yaklaşık altı ay kadar kalmış olduğu İstanbul’da, bütün uğraş ve çabalarına rağmen, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılmasının mümkün olmadığını anlamış ve kurtuluş çaresi olarak mücadelenin Anadolu’da yapılması gerektiği kararına varmıştır.

O dönemde, Karadeniz Bölgesi’nde Pontusçu Rumlara karşı Türk direnişinin artması üzerine, İngilizler bölgede güvenliğin sağlanmasını İstanbul Hükümetinden istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, bölgenin huzur ve asayişini sağlamak maksadıyla oluşturulan 9’uncu Ordu Müfettişliği gibi resmî bir görevle 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket ederek mahiyeti ile birlikte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştır.

Samsun’da kısa bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Havza’ya geçerek çeşitli toplantılar yapmıştır. Bu toplantılar neticesinde işgallere karşı protesto mitingleri düzenlenmiştir. 11 veya 12 Haziran’da Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’nin gerçek anlamda başlangıcı sayılabilecek Amasya Tamimi’ni (Genelgesi’ni), 22 Haziran 1919 tarihinde yayımlamıştır. 3 Temmuz 1919’da Sivas üzerinden Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada kaldığı süre içinde, doğu illerinin ileri gelen kişileri ile görüşmelerde bulunarak Millî Mücadele fikrini yaymaya çalışmıştır. Burada İstanbul Hükûmeti ile resmi bağını koparan Mustafa Kemal Paşa 8/9 Temmuz 1919 gecesi, 1894 yılından beri mensubu olduğu askerlik mesleğinden istifa etmiştir. Erzurum Kongresi’nde bir Temsil Kurulu (Heyet-i Temsiliye) oluşturulmuş, Temsil Kurulunun başkanlığına da oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. Erzurum’dan sonra 4-11 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi toplanmıştır. Bu kongre, yeni Türk Devleti’nin doğuşu sürecinde önemli bir aşamayı teşkil etmiştir. 27 Aralık 1919’da, Ankara’ya gelen Mustafa Kemal, burada yapmış olduğu çalışmalar neticesinde 23 Nisan 1920’de millî iradeyi egemen kılan BMM’nin açılışını gerçekleştirmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nda Türk milleti, Doğu Anadolu’da Ermenilere, Güneydoğu Anadolu’da İngiliz ve Fransızlara, Akdeniz bölgesinde İtalyanlara, Batı Anadolu’da ise Yunanlara karşı mücadele etmiştir. Bu mücadeleler içerisinde Mustafa Kemal, BMM tarafından 5 Ağustos 1921’de Başkomutan olarak Türk ordusunun başına geçmek üzere görevlendirilmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’ni Başkomutan olarak sevk ve idare eden Mustafa Kemal’e kazanılan zaferin ardından 19 Eylül 1921’de Mareşallik rütbesi ve Gazilik unvanı verilmiştir. Büyük Taarruz ve Başkomutan Meydan Muharebesi sonucunda Kurtuluş Savaşı’nın askerî safhası sona ermiştir. Türk milletini her alanda gelişmiş milletlerin seviyesine çıkarmak için kuruluş mücadelesini başlatan Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük inkılapçı ve büyük devlet adamı olarak insanlık tarihine ATATÜRK ismiyle geçmiştir.

Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra barış görüşmeleri başlamıştı. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni (Mudanya Görüşmeleri’nde olduğu gibi) İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlı Devleti’nden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma ATATÜRK’ün ifadesiyle “Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika” idi. “Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi.”

13 Ekim 1923’te Ankara, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile Türkiye Devleti’nin Hükûmet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilanı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923’te TBMM tarafından kabul edilen Anayasa değişikliği ile Cumhuriyet ilan olundu. Bu sonucu takiben Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhuriyet’in ilanı ile gerçekleşen bu büyük siyasi inkılabın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak düzenlenmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924’te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş hâlini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.

Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılapları yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevk ederek her türlü hayat enerjisini yok eden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Laik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medeni Kanunu’yla beraber birçok yeni kanunlar kabul edildi.

İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, laik ve millî bir yol takip edildi. ATATÜRK’ün en büyük eserlerinden biri olan Harf İnkılabı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Latin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversitede de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat,rakam ve ölçüler kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı.

Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye’de ilk defa olarak, bir iktisat kongresi toplanarak, memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Zirai faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti’nin temeli olan bütün bu inkılaplara “ATATÜRK inkılapları” adı verildi.

Mustafa Kemal Paşa, inkılapların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye’nin kuruluşunu anlatan Büyük Nutuk’u yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresi’nde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.

Büyük Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılapların ve yeni Türk Devleti’nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir kanunla kendisine “ATATÜRK” soyadını verdi.

ATATÜRK’ün Anlatımıyla Hayatı

(Mustafa Kemal Paşa, 10 Ocak 1922’de Vakit Gazetesi’nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin’e (Yalman) verdiği mülakatında kendi hayatını anlatmıştır).

– Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilahilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okuluna devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.

Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım.

Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okuluna yazıldım.

Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.

Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selanik’te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selanik’te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.

Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.

Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.

O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.

Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldubitti olmuş oldu.

Ortaokul’da en çok matematiğe ilgi duydum.

Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.

Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; “Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!

O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:

“Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım.” dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;

“Ben bundan iyi yaparım” dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi.

Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi’nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızcada geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulunun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.

O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.

“Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır” dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu.

Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okuluna geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.

İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.

Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Bey’in kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu. Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.

Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.

Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.

Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulunda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.

O zaman Okullar Müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun Müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış;

“Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor.” denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş.

Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşa’ya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken:

“Yalnız izinsizlikle yetinebilir.” dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi.

Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu.

 

 

Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.

İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saraya mensup bir de yaver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşa’nın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saraya götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilat kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek… Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.

Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi’ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selanik’te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kuraya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilatlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye’ye sürdüler. Şam’da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzilerle bazı meseleler vardı. Dürziler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.

“Hürriyet Cemiyeti” adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs’e gitmem vardı.

Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilat daha güçlü oldu. Ancak Suriye’de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya’da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.

Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; “Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi” şartı vardı. Bu yüzden Makedonya’ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.

Bu belgeye göre izinli olarak İzmir’e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selanik’te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşa’nın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya’ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selanik’e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır’a, sonra Yunanistan’a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selanik’e girdim. Bir gece, Şükrü Paşa’yı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selanik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyetinin bir şubesini kurdum.

Selanik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.

Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım.

Selanik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakki ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selanik’e gelmiş. “Terakki ve İttihat Derneğinin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder.” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilan edildi.

Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsi gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.

Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti:

İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysaki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi.

Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçeye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.

31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selanik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.

Meşrutiyet’in ilanından sonra teşkilat kurmak için Trablusgarp’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakki Kongresine delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkinin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.

Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selanik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38’inci Piyade Alayına komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selanik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selanik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmayda bir göreve atadılar.

Selanik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.

İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi Kuvvetleri Komutanlığında bulundum.

Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.

Bu yılın sonunda Genel Savaş ilan olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19’uncu Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16’ncı Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslardan geri alınmasıdır.

Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.

O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman Genel Karargâhına gittik ve Alman Batı Cephesi’nin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım.

O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.

Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’ta kaldım.

Diğer yandan Sina Cephesi’nde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu!

Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Orduya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığına yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim.

Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükûmet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu; ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.

İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi: Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi.

Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclisin dağıtılmasına şahit olduk.

İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle iş birliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.

İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım.

Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu.

İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.

Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.

Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclisin İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclisin işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu’nda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: Millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.

Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.

Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclisin çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.

Misakımillî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.

Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misakımillî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.

Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.

Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse teşkilat baştan sona kadar halk teşkilatı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.

Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hâle getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.

Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.

Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabii. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisinin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir.

Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsi programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum.

Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filanın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir.

Misakımillî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.

ATATÜRK’ün Vefatı

Bütün hayatı mücadele içinde geçen ATATÜRK’ün 1937 yılının sonlarına doğru sağlığı bozulmaya başlamıştı. Buna rağmen o dönemde yoğun bir biçimde bitmeyen bir heyecanla Hatay’ın ana vatana dahil olması için çalıştı. Kendisinde mevcut karaciğer kifayetsizliği Ocak 1938’de daha da belirginleşti. Büyük Önder son günlerini İstanbul’da sürekli doktorların gözetiminde geçirdi. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve büyük üzüntü yarattı.

ATATÜRK’ün vefatı, müdavim tabipleri Prof. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Mim Kemal Öke ve Dr. Nihad Reşat beyler ile müşavir tabipler Prof. Akil Muhtar Özden, Prof. Hayrullah Diker, Prof. Süreyya H. Serter, Dr. Kamil Berk ve Dr. Abravaya Marmaralı tarafından yazılan şu raporla tespit edildi: “Reisicumhur ATATÜRK’ün umumî hâllerindeki vehamet dün gece saat 24’te neşir edilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinciteşrin 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir. 10 İkinciteşrin 1938.”

ATATÜRK’ün naaşı, Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalka yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı.

Cenazenin Ankara’ya nakil işlemi 19 Kasım Cumartesi günü yapılacaktı. Nakil hazırlıkları bugüne kadar sürdürüldü. ATATÜRK’ün naaşı Dolmabahçe’den çıkarılmadan hemen önce, Ord. Prof. Şerefettin Yaltkaya tarafından cenaze namazı kıldırıldı. Kortej, Galata Köprüsü’nü geçecek, tabut Sarayburnu rıhtımına yanaşmış Zafer torpidosuna, oradan Yavuz zırhlısına çıkarılacaktı. Daha sabahın ilk ışıklarından itibaren çok sayıda vatandaş güzergâhı doldurmuş bulunuyordu. ATATÜRK’ün naaşı, 20 Kasım’da Ankara’ya getirildi.

Cenazeyi Ankara garında başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Meclis Reisi Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bakanlar, milletvekilleri, komutanlar olmak üzere protokolde bulunan bütün zevat karşılamıştır. Başbakan Celal Bayar, beyaz trende, tabutun arkasındaki vagonda ATATÜRK’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ve bazı eski arkadaşları ile beraber İstanbul’dan gelenler arasında idi.

Türk bayrağına sarılı tabut, istasyondan Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde hazırlanan katafalka konulur. Halkın ziyareti başlar. Burada komutanlar ve silâh arkadaşları tarafından tutulan saygı nöbeti, 20 Kasım 1938 Pazar günü saat 10.30’da başlamış, 21 Kasım 1938 Pazartesi törenin başlayacağı 09.00 saatine kadar devam etmiştir. Her rütbeden 6 subayın yer aldığı 45 “nöbet postası” ile bu saygı nöbeti gerçekleştirilmiştir.

21 Kasım’da büyük törenle Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale’de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu. ATATÜRK’ün naaşı, 10 Kasım 1953 tarihinde yapılan büyük bir devlet töreni ile Etnografya Müzesi’ndeki muvakkat (geçici) kabirden alınarak; Anıtkabir’deki ebedî istirahatgâhına tevdi edildi.

Anıtkabir’e nakil törenine Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İsmet İnönü, TBMM Başkanı Şükrü Saraçoğlu ve ATATÜRK’ün kız kardeşi Makbule Atadan hanımefendi başta olmak üzere; bütün mülkî ve askerî erkân ile kalabalık bir halk topluluğu katıldı. Kortej, Opera, Ulus, TBMM, Gar, Tandoğan meydanı güzergâhını takiben Anıtkabir’e ulaştı. Burada yapılan törende Cumhurbaşkanı Celal Bayar çok duygulu bir konuşma yaptı. Töreni milyonlarca insan radyodan yapılan naklen yayından dinledi. ATATÜRK’ün naaşı, şeref holünde tek parça mermerden yapılan mozolenin tam altında yer alan sekizgen odanın içinde hazırlanan mezarda, İslâmî kaidelere uygun olarak, dualarla “vatan toprağı”na defnedildi. O zaman altmış yedi olan bütün vilâyetler ile Kıbrıs’tan getirilen ve harmanlanan vatan toprağı büyük ATA’sını kucakladı. Bugün bu vilâyet toprakları ile sonradan vilâyet olan yerlerden getirilen toprakların numuneleri birer vazo içerisinde, ATATÜRK’ün mezarının etrafını süslemektedir.

ATATÜRK’ÜN AÇTIĞI FABRİKALAR

1-Ankara Fişek Fabrikası (1924)
2-Gölcük Tersanesi (1924)
3- Şakir Zümre Fabrikası (1925)
4-Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)
5-Alpullu Şeker Fabrikası (1926)
6-Uşak Şeker Fabrikası(1926)
7-Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)
8-Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)
9-Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)
10-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928)
11- Ankara Çimento Fabrikası (1928)
12-Ankara Havagazı Fabrikası (1929)
13-İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)
14-Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)
15-Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1930)
16-Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1931- Genişletildi)
17-Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)
18-Turhal Şeker Fabrikaları (1934)
19-Konya Ereğli Bez Fabrikası(1934)
20-Bakırköy Bez Fabrikası (1934)
21-Bursa Süt Fabrikası (1934)
22-İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 Temel atma)
23-Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 Temel Atma)

24-Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)
25-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)
26-Isparta Gülyağı Fabrikası (1934)
27-Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Filoları (1934)
28-Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1935 – Tamamlandı)
29-Kayseri Bez Fabrikası (1934 Temel atma)
30-Nazilli Basma Fabrikası (1935- Temel atma)
31-Bursa Merinos Fabrikası (1935 Temel Atma)
32-Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 Temel Atma)
33-Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935)
34- Ankara Çubuk Barajı (1936)
35-Zonguldak Taş Kömür Fabrikası (1935)
36-Barut, Tüfek ve Top Fabrikası (1936)
37-Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936- İlk Türk Uçağı NUD-36 üretildi)
38-Malatya Sigara Fabrikası (1936)
39-Bitlis Sigara Fabrikası (1936)
40-Malatya Bez Fabrikası (1937 temel atma- Bu fabrika hariç bütün bez ve dokuma fabrikaları Atatürk’ün sağlığında açılmıştır.)
41-İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası (1934- Temel Atma)
42-Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937- Temel Atma)
43-Divriği Demir Ocakları (1938)
44-İzmir Klor Fabrikası (1938- Temel Atma)
45-Sivas Çimento Fabrikası (1938-Temel Atma)

Bu fabrikalar sayesinde 1929-1938 yılları arasında ağır sanayi üretimi %152 artarken toplam sanayi üretimi %80 artmıştır. Kömürde %100, Kromda %600, diğer madenlerde %200 artış olurken demir üretimi 0’dan 180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır. 1926’da başlayan şeker üretimi 1927-1930 arasında 5162 tondan 95.192 tona çıkmıştır. Tekstil sanayi ülkenin tekstil ihtiyacının %80’ini karşılar duruma gelmiştir. Tekstil ürünleri ithalatı 1927’de 51.000.000 Türk Lirası iken bu rakam 1939’da 11.900.000 Türk Lirasına düşmüştür. 1924-1929 arasında pamuk ürünleri üretimi 70 tondan 3773 tona, yün 400 tondan 763 tona, ipek 2 tondan 31 tona çıkmıştır.

Atatürk’ün İlkeleri

CUMHURİYETÇİLİK:

Atatürk İnkılâbı’nda Cumhuriyetçilik ana ilke ve esas değerdir. Çünkü Cumhuriyet, Atatürk İnkılâbı’nın bütün verimlerini temsil eden bir devlet ve hükümet şekli olarak değiştirilemez bir cevherdir. Bu ilke yeni Türkiye Devleti’nin temelidir. Bu yüzden 1924’lerden itibaren Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında, meclislerce değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek bir ana kuruluş değeri ile korunmuş ve yerleşmiştir. Bu niteliği ile Cumhuriyet, devlet düzen ve yönetiminde şahsilik ve keyfiliğin hâkim olmasını önleyen en sağlam teminattır. Ayrıca Türkiye’de siyasal iktidarların el değişmesi ve dağılması bakımından sosyal yapı üzerine en kuvvetli şekilde etki yapan Atatürk ilkelerinden en önde gelenidir. Nitekim Atatürk’ün bütün konuşmalarından açık bir şekilde anlaşılacağı üzere Cumhuriyet, demokratik parlamenter düzendir. Şu kadar ki; Atatürk’ün bu ilke ile amaçladığı düzen, her yönüyle çağdaş bir Türkiye yaratmak için seçilmiş bir yol, bir sistemdir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Cumhuriyetçilik ilkesini halkçılık ve milletçilikten soyutlamaya imkân yoktur. Zira Cumhuriyetçilik gerçek mana ve hüviyetini bunlar sayesinde kazanmaktadır. Şu halde diyebiliriz ki, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık bir başka deyişle millet olma, demokratik bir idareye kavuşma gayretleri ve ilkeleri birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Burada onun cumhuriyet ve demokrasi üzerine olan düşüncelerini biraz daha açarak Cumhuriyetçilik ilkesini izaha çalışacağız. Onun devlet ve rejim çeşitleri üzerinde araştırma ve değerlendirmeler yaptığını bilmekteyiz. Ölümsüz Önder egemenlik ilkesi hakkındaki fikirlerini açıklarken diyor ki; “Çağımızda, bu esas teşkilatın dayandığı, anane haline gelmiş bir takım temel ilkeler vardır. Demokrasi ilkesi (Halkçılık). Bu ilkeye göre irade ve egemenlik milletin bütününe aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi ilkesi millî egemenlik şekline dönüşmüştür. — Temsilî hükümet ilkesi, bu ilke, millî egemenliğin uygulanması ve yürütülmesini düzenler. — Devletin esas teşkilatını saptayan kanunun, diğer kanunlara üstünlüğü ilkesi. Bu ilke çağdaş esas teşkilatta, kanuniliğin ve adlî kararlılık ve yerleşmenin doğurucusudur. Bu saydığımız ilkeler, demokrasi ilkesinin binası gibi görülür. Gerçekten de demokrasi ilkesi, uygulamadaki değerini, ancak bu ilkeler sayesinde kazanır”. Bundan sonra, hâkimiyet İlkesini daha genişçe incelemeye önem veren Atatürk, devlet şekillerinden “monarşi, oligarşi ve demokrasi” (Halkçılık) başlıkları altında düşüncelerini belirtmekte ve “Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulanmasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir… Millet, egemenliğini, devlet yönetimine katılmasını, ancak zamanında oyunu kullanmakla temin eder” demektedir. İşte bu nedenledir ki, Atatürk’ün milli egemenlik ve halkçılık kavramı ile bağlantılı olan Cumhuriyetçilik ilkesini Türk siyasal hayatında demokrasiye yöneliş ve hazırlanışın bir işareti saymak gerekir. Şimdi niçin Cumhuriyet sorusunu, Atatürk’ün bizzat kendi söylevlerinden aldığımız parçalarla cevaplamaya çalışalım : “Cumhuriyet ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.” “Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun idare Cumhuriyet idaresidir.” “Cumhuriyet idaresini, Cumhuriyetten söz etmeksizin millî hâkimiyet esasları içinde her an Cumhuriyet’e doğru yürüyen şekilde toplamağa çalışıyorduk.” “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.  İcra kuvveti, teşriî selahiyeti milletin yegane mümessili olan Mecliste tecelli etmiş ve toplanmıştır.  Bu iki kelimeyi bir kelime  İle  özetlemek  mümkündür. Cumhuriyet”. “Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, Cumhuriyet 10 yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe koymalıdır” diyordu. Yine bir başka söylevlerinde de “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet, sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” diyerek Cumhuriyetin kesin emrini açıklarken “Benim için bir taraflık vardır: Bir tarafım. O da Cumhuriyet taraflılığı fikrî ve sosyal inkılâp taraflılığı. Bu noktada Yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi hariç düşünmek istemiyorum.” Öz deyişiyle Cumhuriyetçilere bir tek yolun varlığını kesin direktif olarak iletmekte idi.

MİLLİYETÇİLİK:

Milliyetçilik ilkesi, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır” diyerek ebediliğini dilediği ve bir demecinde müjdelediği Cumhuriyetçi devlet yapısını koruyacak olan toplumun siyasî birlik şuuruna kavuşmuş pekişik bir bütün olması amacına yönelmiştir. Bu ilke Milli Mücadele’nin çıkış noktasını teşkil etmiş ve bütün esir milletlerin kurtuluş ve kalkınma hareketlerine ışık tutmuştur. Bilindiği üzere millet, milliyet ve milliyetçilik türlü düşünce akımlarına veya bilimsel esaslara göre farklı şekilde tanımlanmıştır. Ancak biz burada Atatürk’ün millet, milliyet, milliyetçilik tariflerini ele alarak, Atatürk Milliyetçiliği’ne gelmek istiyoruz. Ulu Önder milleti 1922’de “İtiraf edelim ki, biz üç buçuk sene evveline kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk senedir tamamen mîllet olarak yaşıyoruz” diyerek, büyük olguyu açık bir şekilde dile getirmiştir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir”, “Türkiye halkı, ırken veya dinen veya harsen birleşik ve yekdiğerine karşı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve mukadderat ve menfaatleri ortak olan bir toplumsal hey’ettir” diye tarif etmektedir. Atatürk, milliyet düşüncesinin varlığını “Milliyet nazariyesini, millet mefkuresini yok etmeğe çalışan nazariyatın dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadiseler ve müşahadeler hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasda fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir” diyerek dile getirmekte, milliyetin gerçekliğini vurgulamakta ve bir başka söylevinde de “Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok gevşeklik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeğe çalışmalıyız… Bu hususta bizim milletimiz, milliyetinden anlamamazlık edişinin çok acı cezalarını gördü… Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hisseden, fikren, fiilen bütün tavır ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır” demektedir. Milliyetçiliğin tarifi ise, Atatürk tarafından “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla dengeli bir şekilde birlikte, Türk toplumunun özel karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır” şeklinde yapılmaktadır. Bir diğer söylevinde de “Gerçi bize milliyetçi derler; ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere saygı ve uyum gösteririz. Onların milliyetlerinin bütün gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencilce ve mağrurca bir milliyetçilik değildir” diyen Atatürk bir başka konuşmasında “biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur” şeklindeki beyanları ile de milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve halk bütünleşmesini yapmaktadır. Bu görüşlerin ışığı altında diyebiliriz ki, Atatürk Milliyetçiliği’nin temel taşlarından ilki bağımsızlıktır. Çünkü, O “Hürriyet ve İstiklâl benim karekterimdir” diyordu. Bunun yanında Milli Hâkimiyet gelmektedir. Atatürk bunu “Hakimiyet-i Milliye uğruna canımı vermek benim için vicdan ve namus borcu olsun” sözleri ile en güzel şekilde ifade etmekte idi. Bir diğer özelliği, milli birlik ve beraberliğe daha açık deyişle bütünleştiriciliğe önemli yer ayırması idi. Bunların yanında ise en büyük özelliği gerçekçi oluşudur.
“Efendiler, asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir. Türkiye’yi… Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telâfi edebiliriz: O da Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek…” Bu nedenledir ki, panislâmizmi, ümmetçiliği, panturanizmi ve sosyalizmi kesinlikle red etmektedir. Büyük Önder söylevlerinde bu hususları “Şurası unutulmamalıdır ki, bu tarzı idare bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz ne de komünist… Ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü milliyetperver ve dinimize hürmetkarız”. “Vatandaşlarımız olan, dindaşlarımızdan, hemşerilerimizden her biri kendi dimağında bir büyük ülkü besliyebilir. Hürdür, muhtardır… Buna kimse karışamaz. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin sabit, müsbet, maddî bir siyaseti vardır: O da efendiler, T. B. M. Meclisi’nin muayyen millî hududu dahilinde hayatını ve istiklâlini temin etmeğe yöneliktir…. Büyük ve hayalî şeyler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garezini, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz panislamizm yapmadık; belki yapıyoruz, yapacağız dedik, düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık; yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Biz böyle yapmadığımız ve yapamadığımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın adedini ve üzerimize yaptıkları baskıları artırmaktansa, hadd-i tabiîye, hadd-i meşrûa rücû edelim. Haddimizi bilelim. Binaenaleyh efendiler, biz hayat ve istiklâl isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı seve seve veririz”, diye dile getirmektedir. Sonuç olacak diyoruz ki mazlum milletlerin kurtuluş çabalarına da ışık tutan Atatürk’ün Milliyetçilik ilkesi bencil değildir. Irkçı değildir. Dağıtıcı değil, toplayıcı ve bütünleştiricidir. Onun Milliyetçiliği kaderde, kıvançta, tasada bir olmanın mutluluğundan doğan yepyeni ve gerçekçi Türk Milliyetçiliğidir. Simgesi “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişinde en açık ifadesini bulmaktadır.

HALKÇILIK:

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi her şeyden önce “Halkın halk tarafından halk için idaresi” anlamına gelen ileri batılı gerçek bir demokrasinin gerçekleşip yerleşmesi amacına yönelmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde benimsenmesi bile zor ve imkânsız olan “Halkçılık” ile ilgili Atatürk’ün ifadeleri gözden geçirildiğinde Milliyetçilik ilkesi ile sıkı sıkıya bağlı olduğu hemen gözlenecektir. Çünkü O, halkı ne ulus içinde ayrı bir sınıf ve gruplar, ne de egemen bir gücün yönettiği kitle olarak kabul etmiştir. Halk Büyük Önderimizin “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü ile belirlediği gibi, milletimizin doğrudan doğruya kendisi sınıfsız ve ayrıcalıksız kaynaşmış bir kitle olarak bütündür. Bu görüşleri biraz daha açabilmek için yine Atatürk’e dönelim ve “bizim inancımıza göre, milletimizin hayatının ve yükselmesinin sağlanması, kendine sindirip benimseyeceği görüşlerdir. Fakat esas olarak incelenirse, bizim görüşlerimiz kî halkçılıktır, kuvvetin ve kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulunmasıdır. Hiç kuşku yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir” sözlerine dikkatleri çekelim. Burada görülmektedir ki; Atatürkçü halkçılığın amacı “Demokratik ve sosyo-ekonomik alanda ve çağdaşlaşma yolunda başarıya ulaşmaktır”. Nitekim Ulu Önder “Hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir ve dilimizde bu hükümet halk hükümeti diye anılır” deyişiyle yukarıdaki görüşümüzü güçlendirmektedir. Halkçılık, halkı egemen ve her bakımdan mutlu kılmak olduğu gerçeğini benimseyen Atatürk, milletin vicdanında ve geleceğinde sezinlediği büyük gelişme, yükselme yeteneğini, bir millî sır gibi vicdanında taşımıştır. Ülkü, gözlem ve değerlendirmeler zamanı geldikçe uygulanmıştır. Halkçılık da bu çerçeve içinde, millî vicdan İle, Atatürk’ün vicdanının bütünleşmesi sayesinde gerçekleşebilirdi. Nitekim Atatürk, engin sezgi ve bilgisi İle kavradığı Türk toplumundaki gerçeği çağdaş halkçılık hedeflerine doğru, büyük yetenek ve iradesiyle yöneltmiştir. Halk idaresi demek olan demokrasinin uzun bir geçmişi vardır. Türk ulusu ve toplumlarının da bunda rol oynadıkları tarihî bir gerçektir. Toplumların gelişmesine uygun, yaygın, etkili bir sosyal felsefe ve sistem olarak demokrasi, halkın siyasî ve fikrî terbiyesini aynı zamanda hak ve görevlerini her şeyin üstünde sayar. Ulu Önder 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmasında: “Sosyal bilim bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse Halk Hükümeti deriz. Sosyal meslek bakımından da düşündüğümüz zaman, biz hayatını bağımsızlığını  kurtarmak  için çalışan insanlarız. Zavallı bir halkız,  durumumuzu bilelim, kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmak zorunda bulunan bir halkız. Buna göre her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışarak bir hakkı kazanırız; yoksa çalışmadan sırtüstü yatmak isteyen insanların bizim toplumumuzda yeri yoktur – hakkı yoktur. O halde söyleyiniz baylar: Halkçılık toplumsal düzene, çalışmaya, hukuka dayanmak isteyen bir sosyal meslektir” diyordu. Mustafa Kemal, bu sözleri ile halkçılığı gerçekleştirecek yöntemi ve kendi buluşu olan Atatürkçü düzeni anlatmaktadır. O halde Halkçılık ilkesi ile amaçladığı “halk için, halkla birlikte ve gerekirse halkın yüce çıkarları uğruna millî çabalarda bulunmaktır”. Atatürk 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’daki şu sözleri ile halkçılığa, yani halk egemenliğine yeniden ışık tutmakta ve şöyle demektedir: “…. Bu büyük zaferin türlü tesirleri üstünde en önemlisi ve yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.” Yukarıdaki açıklamaların ışığında açıkça söyleyebiliriz ki, Atatürk Millî Mücadele süresince memlekette kendisini gönülden destekleyen iç kuvvetlerle dünya ölçüsündeki dış gelişin şartlarının dengeli etkisini her an hesaba katarak her türlü “doktriner ve dogmatik” düşüncelerden temizlenmiş bir halkçılık anlayışına ve ilkeler kompozisyonuna ulaşmıştır. Çünkü o, hiçbir zaman dogmacı doktriner görüşlerin sosyal gelişim ve kültürel değişim şartlarına uymadığını görerek, Türk toplumuna yol gösterecek diğer ilkeleri ve anlamlan gibi Halkçılık ilkesi anlamını da özel görüş açısından tesbit etmiştir. Bu nedenledir ki, Halkçılık ilkesi de herşey için, halkla beraber anlayışı ile bütüne yönelik bulunmaktadır.

DEVLETÇİLİK:

Atatürk’ün Devletçilik ilkesi, sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmada daha çok metodu belirten bir esastır. Devletçilik, genellikle “ülke için geniş yararlar sağlayacak büyük ölçüde kuruluş, sermaye ve araçlara ihtiyaç gösteren işlerin; Özellikle büyük sanayi ve tarımın, istenilen ve aynı zamanda gerekli alan ve oranlarda devlet tarafından teşkilatlandırılıp işletilmesine” denilmektedir. Ancak hemen belirtelim ki bunun yöntem ve genişlik bakımından tanımlanması ve uygulanma şekilleri her toplum ve ülkenin ihtiyaç ve özelliklerine göre olmaktadır. Biz burada, Ulu Önderimizin Devletçilik ilkesi ile neyi amaçladığı üzerinde duracağız. Bu ilkeyi açıklarken de, hareket noktamız Atatürk’ün iktisat politikası daha başka bir deyişle, yeni Türk Devleti’nin iktisat politikasının esasları olacaktır. Burada sözü en büyük Türk’e bırakıyorum. 6 Aralık 1922’de Ankara’da verdiği bir söylevde diyor ki: “Memleketimiz üzerinde istilâ emellerini besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak surette, siyasette, idarede ve iktisatta kuvvetli olmak gerekir. Tarımımızın ve ticaretimizin geri olması, memleketimizin pek çok kısımlarının yıkık ve halkımızın fakir bulunması, ulaştırma araçlarının sayılı olması, millî eğitimin herkese ve her yerde gereği gibi giremeyerek toplumsal hayatımızın en büyük düşmanı olan cahillik ve benzeri gibi sebebler, milletimizi fakir ve zayıf düşürmekten uzak kalmamış ve kalmayacaktır. Bu yüzden, kurtuluş ve bağımsızlık için yaptığımız savaşı tamamlamak ve Tanrının ulusumuza doğuştan verdiği istidat ve kabiliyeti en yüksek derecede geliştirmek ve memleketimize bağışladığı kuvvet ve zenginlik kaynaklarından en büyük faydayı sağlayarak güçsüzlüğümüzün sebeblerîni gidermek için bundan böyle hiçbir fırsatı ve vakti kaçırmayarak çalışmak zorundayız. Ancak, bu çaba, yıllarca izlenip uygulanacak bir programa dayanmaz ise, başarısızlığa mahkûmdur.” 17 Şubat 1923’te, İzmir İktisat Kongresi’ni açış söylevinde şu sözler yer alıyor:
“Siyasal, askerî zaferler ne denli büyük olursa olsun, iktisat zaferleri ile taçlandırılmazlar ise elde edilen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği faydalı verimleri tesbit için iktisat hayatımızın, iktisat egemenliğimizin sağlanması, pekiştirilmesi ve genişletilmesi gerekir. “Düşmanlara karşı en kuvvetli silâhımız, iktisat hayatındaki genişleme, sağlamlık ve başarı olacaktır.” 30 Ağustos 1924’te, Dumlupınar’da yaptığı konuşmalarının sonlarında da aynı kanıyı tekrarlıyordu: “Milletimiz burada elde ettiği zaferlerden daha önemli bir ödev peşindedir. O zaferin kazanılması, milletimizin iktisadî alandaki başarılarıyla mümkün olacaktır”. Atatürk’ün iktisat politikasına verdiği önemi vurgulayan sunduğumuz birkaç örnekten sonra, özlediği iktisadî kalkınma nasıl gerçekleşecekti sorusuna cevap verelim. İşte bu sorunun cevabı Atatürkçü iktisadın temeltaşı Devletçilik ilkesidir. Atatürk, şöyle tanımlıyor devletçiliği: “iktisat politikamızın mühim gayelerinden biri de umumî menfaatleri doğrudan doğruya ilgilendirecek iktisadî kuruluşları ve teşebbüsleri malî ve teknik kudretimizin müsaadesi oranında devletleştirmedir”. Mahiyet ve sınırına dair de, 1930 yılında verdiği söylevlerin birinde, “Herhalde devletin, siyasî ve fikrî hususlarda olduğu gibi bazı ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini ilke olarak kabul etmek uygun görülmelidir… Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çözmek ve bu hususta dayanacağı kaideleri tesbit etmek; diğer taraftan, vatandaşın ferdî teşebbüs ve faaliyet hürriyetini tehdit etmemiş olmak, devleti idareye yetkili kılanların düşünüp tayin etmesi lâzım gelen meselelerdir. Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için umumî şartları göz önünde bulundurmalıdır… Bu izah ettiğimiz mana ve telâkkide devletçilik bilhassa, içtimaî, ahlakî ve millîdir. Millî servetin dağılımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refahı, millî birliğin korunması için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, millî birliğin mümessili olan devletin mühim vazifesidir… Özet olarak, Türkiye Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber, mutedil devletçilik ilkesine uygun yürümeleri bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur.”, böyle söylüyordu. Yine bu konu ile ilgili 1935 Ağustos’unda İzmir Fuarı’nın açılışına gönderdiği mesajda yer alan şu sözlerine eğilelim: “Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi XIX. yüzyıldan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur; fertlerin hususî teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüzyıllardan beri ferdî ve Özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bîr zamanda yapmayı başardı. Bizim takıp ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizmden, başka bir yoldur.” “Bizim takibini uygun gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün istihsal ve tevzi vasıtalarının fertlerden alınarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenid kollektivizm yahut komünizm gibi hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir”. Bu tanımlama ve açıklamalarda şu gerçek ve temel Öğelerle karşı karşıyayız.
1 — Ferdî çalışma ve gayretler esastır.
2 — Millî ihtiyaç ve gerekler dolayısıyla devlet iktisadî hayatla ilgilenecek, yani bu alanda görev ve sorumluluk yüklenecektir.
3 — Sosyalist düzene yer yoktur.
4 — Tam liberalist ve tam devletçi bir sistem öngörülmemiştir. Bu açıklamalar bizi şu sonuca götürmektedir. Devletçilik ilkesi de Türkiye’nin gerçeklerinden doğmuştur. Çünkü ülkeye özgü bu devletçilik, ihtiyaç, gerçek ve imkânlarla orantılı biçimde, devlet girişimi ve özel girişimden örülmüş bir iktisadi düzendir. Nitekim İzmir İktisat Kongresi’nde, İktisat Bakanı olarak konuşan Mahmut Esad Bozkurt’un Atatürk Devletçiliğinin esaslarını açıkça ortaya koyduğu konuşması yukarıdaki görüşümüzü desteklemektedir. Mahmut Esad konuşmasında: “Bütün bir tarihimiz içinde, ekonomik durumumuzu kısaca inceledikten ve onunla pek yakın ilgisi olan yönetim sistemlerini gözden geçirdikten sonra, bugünkü ekonomimizde izlenmesi gereken iktisat politikası konusunda bir iki söz söylememe izninizi dilerim. Yeni Türkiye’nin iktisadı, bugün dünyada uygulanan ekonomik sistem ve politikalardan hiçbirinin benzeri olamaz. Ülkemiz, iktisadî anlam ve ihtiyacına ve iktisat tarihimizin ruhuna uygun, başlı başına bir iktisat politikası izlemek zorunluluğundadır… Yeni Türkiye karma bir ekonomik sistemi takip etmelidir. İktisadî girişimleri kısmen devlet ve kısmen kişiler üzerlerine almalıdırlar”. Bu konuşma aynı zamanda Türk gerçekleri ile uyarlılık halinde olan olmaya devam edecek bir sistemin öğretisini ana hatları ile ortaya koymaktadır. Nitekim Ulu Önderimiz yurdun kendine özgü bir tutumu olması gerektiği düşüncesini şöyle savunmakta idi. “İktisadî çalışmamızı dayandıracağımız esaslar her türlü bilgi ile beraber doğrudan doğruya memleketimizin topraklarını kollayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek tesbit olunacaktır. Sanayi ve ticaretimiz için de aynı şekilde düşünülecektir”. Sonuç olarak diyoruz ki, bu ilke ekonomide Türkiye’nin koşullarına uygun bir ekonomik politika olarak kabul edilmelidir. Şu sözleri, “Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlere -bilhassa iktisadî sahada- devleti fîîlen alakadar etmektir”, ile de Atatürk’ün az zamanda milleti refaha, ülkeyi bayındırlığa götürecek seçmeler yaptığı ve sosyal adalete yer verdiği anlaşılmalıdır.

LAİKLİK:

Atatürk İnkılâbı’nın en önemli ilkesi, Laikliktir. Laiklik, Ortaçağ’ın İslâmi düşüncesinde, içtihat kapısının kapalı olduğu gerekçesiyle sosyal ilerlemeyi köstekleyen, fikir hürriyetini baltalayan skolastik zihniyeti yıkıp, vicdan hürriyetini korumak, dinin şahsî ve siyasî yararlar uğruna sömürülmesini önlemektir. Laiklik, geniş manası ile de hürriyetlerin en kutsalı olan düşünce hürriyetine devletin tarafsız bir davranış içinde olarak saygı göstermesidir. Batılı manada demokrasinin, devletin objektif bir müessese ve hukuk devleti olmasının temel şartı budur. Dar ve klasik manası ile laiklik ise, devletin her çeşit dinî inanç, ayin ve kuruluşlar karşısında tarafsız kalması ve muhtelif dinlere bağlı olanlar arasında bir ayırım yapmaması, böylece din hürriyetinin sağlanması. Buna karşılık dinsel otorite ve ilkelerin inançlarının da hiç bir şekilde devlet ve dünya işlerine karışmamasıdır. İşte Atatürk İnkılâplarının bütününe böyle bir laiklik anlayışı hâkim olmuştur. O halde Atatürk İnkılâpları’nın ortak ve ana temelini teşkil eden Laiklik, din düşmanlığı değil, dini dünya işlerinden uzaklaştırmak, ona Allah’la kullan arasındaki ilişkiler çerçevesi dışına çıkmayı yasaklamak ve gerçek yeri olan vicdanların harimine kapanmasını istemektir. Dini batılı ve rasyonel bir kültür çerçevesinde ancak bu şartlar sosyal bir varlık ve değer kazandırabilir. Memleketimizde Laiklik ilkesinin dine tam saygı esasına göre uygulanması böyle bir anlayışın neticesidir. İşte bu genel açıklamalardan sonra, Ulu Önderimizin laiklik anlayışını ve İslâm dinine verdiği önemi açıklamak istiyorum. Atatürk’e göre “Laiklik” yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmektir. Hiç şüphe yok ki bu tanımlaması ile Atatürk, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, yani toplum ve devlet olarak, din kural ve ilkelerini dünya işlerine karıştırılmamasını amaçlamaktadır. Yani bu tanımlaması ile O, bütün yurttaşların, vicdanlarının emrettiği şekilde dine karşı durumlarını kararlaştırmakta serbest olmaları gerektiğini ve devletin de bu hak ve özgürlükleri koruyacak, yürütecek güvenceyi getirmesi ve uygulamasının zorunluluğunu anlatmak istemektedir. Gerçekten de Atatürk’ün bu anlayış ve tanımlaması, gerçekçi ve bilimsel olduğu kadar, millî İhtiyaçlarımıza da uygun düşmektedir. Laik düzen kurma ve anlayışta Atatürk’ün İslam dinine karşı durumunun önemli rolü vardır. Atatürk din düşmanı değildir. Dinin sömürülmesine, politikaya karıştırılmasına ve devlet ilkesi haline getirilmesine karşıdır. O’nun karşı olduğu kişiler, İslâm dinince de red edilen yobazlar, bağnazlar, hurafeciler, din simsar ve aktörleridir. Örneğin din ve laiklik konusunda Ata şöyle söylüyor : “Bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek binbir türlü siyasî ve şahsî maksat ve menfaat temini için, dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi bu zeminde söz söylemekten, maatteessüf, henüz müstağni bulundurmuyor. Beşeriyette din hakkında ihtisas ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüd ederek, hakiki ulum ve fünun nurlarıyla musaffa mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.” (1923) “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar, ilmin muasır medeniyete teinin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdanî olduğundan cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkisinde başlıca muvaffakiyet görür.”(1930) “Türk devleti laiktir. Her reşit, dinini intihapta serbesttir.”(1930) Çünkü Atatürk, Allah’a inanmakta ve İslâm dinine bağlı bulunmaktadır. Birçok söylevlerinde, sömürücülük sayılması İmkânsız bîr biçimde, Allah’tan, İslâm’dan, dinden saygı ve bağlılıkla söz etmiştir. “Bizim dinimiz en mâkul ve en tabiî bir dîndir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık sınıfı yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır….” “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî çıkar temin edenler, iğrenç kimselerdir”. “… Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de, insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor…” “Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bir zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil beyinledir…” Verdiğimiz bu birkaç örnek bile yukarıda değindiğimiz düşüncemizi doğrulamaya yetmektedir, kanısındayım. Laikliği, yukarıdan beri yorumunu ve değerlendirilmesini dinleyenlere bırakarak, açıklamaya çalıştığımız, ilkeleri arasına Özenle oturtmuş olan Atatürk, bu güne dek gizli kalmış not defterinde “Tanrı birdir ve büyüktür”, “Hafıza Kur’an okutun” gibi yazıların altlarını çizerek yazmıştır. Bunlar, O’nun vicdanının ve inancının temiz ve maddî çıkarlardan uzak ifadelerinden başka bir şey değildir. Bu nedenledir ki, “Bizi yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleri ile aidata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz…. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harab eden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir. Baylar ve hey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır, medeniyet yoludur” diyordu. Sonuç olarak diyoruz ki, laiklik, dinsizlik demek değildir. Laikliğin düşünce ve tutumda yerleşmesi hem ilericiliğe hem de demokratik yaşam felsefesine uygundur. Çünkü Laiklik ilkesinde dinin siyaset aracı olarak kullanılması akıl ve mantık dışıdır.

İNKILAPÇILIK:

İnkılâpçılık ilkesi ise, bir yandan Atatürk ilkelerinin korunmasını esas tutan, öte yandan da bu esaslara dayanılarak yeni hamlelerle Türk toplumunun aydın ve ileri yönde gelişim ve geleceğini sağlayacak dinamik bir toplum yaşayış ilkesi olarak benimsenmiştir. Çünkü bu ilke Atatürk, felsefesini bazı dinî, siyasî ve felsefî kuramlarda olduğu gibi katı ve dar çerçevede kalmaktan kurtarmak istemiştir. Buradaki açıklamalarımızda Atatürk’ün İnkılâbı tarifini ve Türk İnkılâbı nedir sorusuna verdiği cevap hareket noktamız olacaktır. Ulu Önder inkılâbı “Mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” diye tanımladıktan sonra, Türk İnkılâbı nedir sorusuna “Bu inkılâp kelimenin ilk anda işaret ettiği ihtilâl manasından başka, ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli, yüzyıllardan beri gelen eski şekilleri ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmesi için fertleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebî bağlantı yerine Türk milliyet bağıyla fertlerini toplamıştır. Millet beynelmilel umumî mücadele sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş medeniyette bulunabileceğini bir değişmez gerçek olarak prensip saymıştır. Netice olarak millet, saydığım değişiklik ve inkılâpların tabiî ve zarurî icabı olarak umumî idaresinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyaçlardan mülhem ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle sürekli olarak değişme ve gelişmesi esas olan dünyevî bir zihniyeti hayatı boyunca devam edecek bir idare saymıştır. Büyük milletimizin hayatının seyrinde vücuda getirdiği bu değişiklikler herhangi bir İhtilâlden çok fazla, çok yüksek olan en muazzam inkılâplardandır. Çok milletlerin kurtuluş ve yükselme mücadelesinde köpürdükleri görülmüştür. Fakat bu köpürme Türk milletinin şuurlu köpürmesine benzemez”, diye cevap vermektedir. Bizce İnkılâpçılık ilkesinin gerçek anlamı tartışmasız Ulu Önderin bu tariflerinin içeriğinde en güzel ifadesini bulmaktadır. Nitekim bu açıklamalarını daha net ve belirginleştirdiği “Hakiki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime sızmasını bilirler. Bu münasebetle şunu da ifade edeyim ki, Türk Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların yaptığı siyasî ve sosyal inkılâplarının gerçek sahibi kendisidir. Sizsiniz…. Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimi ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir” şeklindeki bu sözleriyle, ilkelerinin bütünlüğünün korunmasını dile getirirken, İnkılâpçılık ilkesinin anlamını da vurgulamaktadır. Demek oluyor ki, Atatürk’ün İnkılâpçılık ilkesi değişme, gelişme ve her türlü yeniliğe açıklık getiren bir ilke olarak kabul edilmek zorundadır. Daha açık bir deyimle, çağdaş medeniyete yürüyüşün direktifidir. Konuşmamı şu cümlelerle bitirmek istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik hayatı, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılâpçılık olarak belirlenen temel ilkelere sahiptir. Bunları, Atatürkçülük bayrağının sembolleri olarak, belli bir kalıba sokmaya ve dondurmaya hiçbir kimsenin gücü yetmeyecek ebediyete kadar yaşayacak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve milletinin hayat güvencesi olacaktır. 

Kaynak:
 Türk Tarih Kurumu: Belleten Dergisi, Kasım 1988, Cilt LII, Sayı 204, Sayfa 810-824 / Yücel, Prof. Dr. Yaşar: Atatürk İlkeleri
Atatürk Sitesi
https://ata.msb.gov.tr/